26 Eylül, 2010

Geciken "Okulun Başlaması" Yazısı

Biraz geç bir okulların açılma yazısı olacak bu. Ama ancak hislerimi kağıda dökebildim. İdare edin :D

Okullar da açıldı azizim. Ne olduğunu bile anlayamadan bitti tatil. Sıkıcı ama bir o kadar da keyifliydi hiçbir şey yapmamak. Zamanı boş geçirmek, bütün gün miskinlik etmek... 3 aylık tatilimin çoğu böyle geçti. Pişman mısın derseniz, "Hayır". Yine olsa yine yaparım hâkim bey.

Eh, bütün tatil tembellik edince okuldan hocanın verdiği ödevleri de yapmadım. Amaan, zaten kontrol de etmez, diye düşünmüştüm. Bu sene de aynı hocaya denk gelme olasılığım düşüktü zaten. Onun için çok bir tarafımda da değildi açıkçası. İlk derslerimize girerken, hepimiz bekledik. Acaba diye... Vee hocamız değişmemiş.
Ben dahil kimse ödevi ti'ye almamıştı. Ama hala umudumuz vardı. Aradan geçen 3 aydan sonra belki unutmuştur diye düşündük. Derste hiç bahsetmedi ödevden. Ders bitti. Tam sevinç çığlıkları atacaktık ki, ödevlerinizi perşembe istiyorum, dedi. Hepimiz apıştık kaldık. 2 kalın kitap, binlerce sayfa, on binlerce soru... Ve sadece 3 gün. Asla yetiştiremezdim. Kendimi yormaya da hiç gerek yoktu. Ben de vazgeçtim düşünmekten. Bu da olmayıversin dedim.

Okullar açıldığında beni sevindiren tek şey ise, sınıflar karma yapılsa bile, bizimkilerle aynı sınıfa düşmem. Çok sevindim. Ama aynı zamanda hiç haz etmediğimiz birkaç insan daha var. Bakalım, gerip bir sene olacak gibi...

Okul hiç değişmemiş. Nerede bıraktıysam herkes ve her şey orda.

Ek olarak yabancı bir çocuk geldi okula. Öğrenci değişimle gelmiştir büyük ihtimale. Çok şeker çocuk, anlatamam. Faceden ekledim tabii hemen. Ama maalesef ki sadece arkadaş olabilirim çünkü ilk gördün kuralına göre onu ilk gören Angelina'ydı. Yani şu dünyada tek hoşlandığım erkek türünden, yabancılardan, yana şansım yine dönmedi...

24 Eylül, 2010

Erkekler centilmenleşti mi ne?



Ben her zaman için erkekler öküz geldi, öküz gidecek düşüncesine inanmışımdır. Hani doğada yaşayan bir aslanı ne kadar evcilleştirirsen evcilleştir, eninde sonunda yırtıcılığını gösterir ya, o mantık. Bir erkek ilk tanıştığında ne kadar kibarsa, zamanla doğru orantılı olarak kabalaşır, tabiri caizse öküzleşir.

Böyle erkekleri çok tanıyormuş gibi davrandığıma bakmayın. Belki inanmayacaksınız ama sadece 1 sevgilim oldu. Hayır, tipsiz değilim. Sadece eğer birini gerçekten çok sevmiyorsan onunla sevgili olmamak gerektiğine inanıyorum. Birini sevmeden sevişmenin, öpüşmenin hiçbir mantığı yok bana göre.

Bizim ilişkimiz baya öncelere dayandığı için ayrıntıları hatırlamıyorum. Çünkü o zaman çocuktum :D. Ancak sevgili olduktan sonra, ilk haftalar çok güzeldi. Sonuçta ben onu, o da beni seviyordu. Sonra zamanla içinde sakladığı öküzü dışarı çıkarmaya başladı. Kabalaştı, umursamadı, dinlemedi beni. Halbuki daha çok yeniydi ilişkimiz 2 ay olmuştu. Bilemiyorum, herhalde ilişkimizi çoktan tüketmiştik. Kavgalar başladı. Artık evrimini tamamlamıştı. Öküzdü o artık. Çok seviyordum onu. Ama olmuyordu işte, olamıyordu. Gülmüştüm bunları düşününce kendime. Ne çok dalga geçerdim böyle "Çok seviyorum ama yürümüyor ilişkimiz" diyenlere. Şimdi ben o durumdaydım. Klişelerden uzak, çok içten bir ayrılma konuşması oluşturdum. Evde pratiklerini yaparken bile gözlerim doluyordu. Dayanamadım daha fazla pratik yapmaya. Düşüncükte çocukluğumuz geliyordu aklıma, gençliğimiz. Ne çok sevmiştik birbirimizi. İçten içe gizlice. Gözlerimizi kaçıra kaçıra . İkimiz de biliyorduk birbirimizi sevdiğimizi, ama bir türlü söyleyemiyorduk. Sonunda söyledi de ne oldu... Keşke gizli gizli devam etseydi ilişkimiz. Belki bu duruma düşmezdik. Sonunda okulda buluştuk. Sakin sakin anlattım ona ne hissettiğimi. Ama konuşmanın dışına çıkmıştım. Konuşmam umrumda bile değildi, sadece hislerimi söylüyordum. Beni ne çok kırdığını, artık dayanamayacağımı. Sevdiğim adamın gözlerimin önünde eriyip gitmesine dayanamadığımı, her şeyi anlattım. Ben anlattıkça o sustu. Sanki yeni yeni farkına varıyordu neler olduğunu. Eğdi başını, dinledi usul usul. Sonra sustum. Başını kaldırdı, gözleriyle anlatıyordu her şeyi. "gitme" diyordu gözleri, "gitme, seviyorum seni". Gözleri doldu, dayanamadım gözlerimden nehir akıyordu sanki. Ağlıyordum artık, yılların anısına ağlıyordum. O da zor tutuyordu kendini, Sarıldık, gözyaşlarını hissettim omzumda, sanki hiç ayrılmak istemiyorduk, son kez içime çektim kokusunu, sıkı sıkı sarıldım ona. Fısıldadım kulağına "hoşçakal". Gittim oradan. Arkama bakamadım bile, çünkü biliyordum onu o halde görürsem bırakamayacağımı.

İşte böyle bitti ilk ve tek ilişkim. Bu kadar sevdiğim kişi bile öküz çıktı. Ondan sonra kimle karşılaştıysam kibarlıktan nasibini almamışlardı. Sandalyeni çekmez, kapını açmaz, önden yürür, yere bir şeyin düşse kılını kıpırdatmaz.

Ama bugün okuldan bir çocukla az daha çarpışıyorduk, geri çekildi yol verdi. Gülümsedim, o da güldü.

Birde sınıfta kalemim düşü yere, ayağımın dibine, uzansam tutacağım o  kadar yakın. Tam uzanırken yanımdaki çocuk hemen kaptı ve bana verdi. Teşekkür ettim tabii.

Bu kalem verme işi dershanede de geldi başıma.

Yani gözlemlerime göre erkekler centilmenleştiler. Aferin, böyle devam...

18 Eylül, 2010

Canım Annem...

Bazen düşünüyorum, sanki annemle aramda bir duvar var. Aşılamayan, yıkılamayan bir duvar. Ne kadar uğraşsam da, çabalasam da eninde sonunda bu duvara takılıyorum. İlerleyemiyorum. Sanki bu duvarı o da yıkmak istiyor ama o da başaramıyor. O da takılıyor bu duvara. Ve hep sessizliğe itiyor bizi.

Ne zaman konuşmaya başlasak, birbirimizle bir şeyleri paylaşsak, birden o duvar çıkıyor karşımıza. Ne o anlayabiliyor beni, ne de ben onu. Sanki ikimiz farklı dilleri konuşuyoruz, çok farklı iki dili. Ama yine de devam ediyoruz konuşmaya. Sanıyoruz ki konuştukça anlayabiliriz birbirimizi, konudan konuya, saatlerce... Sonra birden sinirleniyorum ona. Neden o da benim dilimi konuşmuyor? Neden anlamadığım bu dilde ısrarcı? Bağırıyorum, kavga ediyorum onunla "neden?" diye. O sanıyor ki biliyor benim dilimi. Belki de anlayabiliyor ne dediğimi. Sadece önemsemiyor ne dediğimi, çünkü o da geçmiş bu yollardan, ne diyeceğimi biliyor. Yada öyle sanıyor kendince. Ona göre her genç büyürken bunları söyler annelerine, bunlardan bahseder onlara. Bana olan cevabı da aynen bu oluyor. İşte o an kan beynime sıçrıyor. İçimden öyle kızıyorum ki ona. Eğer öyleyse de insan karşısındakini üzmemek için bir dinler, cevap verir. Söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü biliyorum eğer ağzımı açarsam kavga büyüyecek, kalbini çok kıracağım. İçime atıyorum her sözü, her kelimeyi. Konuşmaya son verip ayrılıyorum oradan. Odama gidiyorum. Açıyorum günlüğümü yazacak söz bulamıyorum. Nerden başlasam ne yazsam? Günlüğe de yazamıyorum yine içime atıyorum.

Sonra başka bir gün yine bir heves anneme gidiyorum, çünkü gidecek kimsem yok, ona anlatıyorum hevesle olanları. Ama o işte çok yorulmuş. Dediklerimi anladığını bile sanmıyorum. Ama yine de anlatıyorum belki beni anlar diye. Bitiyor konuşmam cevap bekliyorum. Alıyorum cevabımı da tabii, ama tatmin etmiyor beni bu cevap. Biliyorum yorgun, çok yorgun biliyorum, ama ben de onu özlüyorum.

Şimdi "kızım senin arkadaşın yok mu? Git onlara anlat." diyebilirsiniz. Dersiniz de eminim.

Annem bana küçüklükten beri "bu hayatta kimseye güvenme" derdi. Ve ben küçükken, çok küçükken bile ihanete uğramış, küçüklüğünde bazı şeyleri görmüş geçirmiş biriyim. Onun için birine güvenmek benim için zor, hem de çok zor. Arkadaşlarım yok mu, var tabi ki de var, ama daha onlara en derin sırlarımı anlatabilecek kadar güvenmiyorum. Bu konuda güvenebileceğim tek kişi annem.

Şimdi bu kadar laf ettim anneme. Nefret mi ediyorum ondan, onun için mi yazdım? Tabii ki hayır.

Annemi kimse benden daha çok sevemez. Eminin o da beni çok seviyor.

Şimdi bu kadar kızıyorum anneme, ama eminim ki yarın da bir şey anlatmaya çalışacağım. Ve belki de bu sefer sorunsuzca bitirebileceğiz. İnancım sonsuz. Bir gün annemle kavga etmeden konuşacağız.