25 Ekim, 2010

Mavi Boncuk kimdeyse...




Ne demiş Emel Ablamız, "Bu dünyada sevgi büyük ihtiyaç, herkes sevmeye sevilmeye muhtaç". İşte şu anki durumumu başka bir şey tercüman olamazdı.
Sevgiye açım blok...
Aşk da değil, sevgiye, sevmeye ve sevilmeye açım. Son günlerde daha bir yalnız hisseder oldum kendimi.
Her yatağa uzanışımda yanıma bakıyorum, yok kimse. Yorganı çekiyorum sonuna kadar. Bir bedene sarılıyormuşçasına sarılıyorum.  Bırakmak hiç istemiyorum, mutluyum böyle, ayırmasın hiç kimse. Sonra açıyorum gözlerimi, yok kimse orda, cansız bir yorganmış bu sadece. Hüzünleniyorum yine, doluyor gözlerim. Havaya bakıyorum, yükseklere. Derler ya hani tanrı göklerdedir diye. Bakıyorum tanrıya işte, konuşuyorum onunla, içimi döküyorum. Onun da işi gücü yok ya, dinliyor beni. Yalvarıyorum ona, söyleniyorum, kızıyorum bazen de. Bilmem duyuyor mu beni, umursuyor mu? Bilmiyorum, konuşuyorum onunla sadece, en yakın arkadaşımcasına, döküyorum içimi. Anlatıyorum kimseye anlatmadıklarımı. Eğer içimde kalırlarsa deliririm, biliyorum. Ben de kimseye anlatmayacağından emin olduğum ve güvendiğim tek kişiye anlatıyorum her şeyimi.

Dertleşmem bitince kapıyorum gözlerimi yavaşça, sevdiğim kişinin yüzünü göreyim diye. Yine ağlatıyor beni gördüğüm şey. Karanlık... Sadece karanlık. Ne bir yüz, ne bir vücut… Yok kimse orada, öyle yalnız ki kalbim, o da bıktı artık. Sonra düşünüyorum. Neden böyleyim diye? Aşkı aramaya çalışıyorum sürekli, ben kovalıyorum, o kaçıyor. Bir türlü yakalayamıyorum.
Ama aşkı sen bulamazsın ki, o seni bulur. Hep öyle değil midir filmlerde. Neden filmlerde insanları özendiriyorlar ki? Bak, yok gerçekte öyle bir şey. Hep bu filmler yaptı beni böyle…

Herneyse, konuyu değiştiriyorum. Çünkü çok duygusala bağladım.

Yani saçımı çook beğendiler. Herkes aşık oldu resmen. Ben de mutluyum halimden, çünkü ben de beğendim saçımı, beğenmeseler de önemli değildi.
 Sonra bir çocuk var okula, hafif balık etli (erkeklere de söyleniyo muydu bu?) ama şeker bişey. Kızlarla geziyorduk, yanımdan geçerken "saçını kestirmişsin, çok hoş olmuş" dedi. Benim azım kulaklarda, gülerek "Teşekkür ederim." dedim. Hanım kız olarak. "Sıhhatler (böyle mi yazılıyordu ki?) olsun." dedi gülerek. Güldüm "Sağol" dedim. Ve ben bu konuşmayı neden buraya yazdım?? Ne malım di mi. Ama beni çok mutlu etti. Akşam da faceden konuştuk biraz. Ama o kadar. 1-2 hafta geçti daha da bir daha konuşmadık. Okulda yüz yüze gelince utandım (salak ben!) hemen yüzümü başka tarada çevirdim. O da bakışlarını kaçırdı. Slak ben, hala sinir oluyorum kendime. İşte böyle yani. Daha da bir araksiyorum yok erkeklerle. (Arkadaş ortamı hariç)
Bir de okulun artist çocuğu var. Geçen sene Meggie bu çocuğa yazıyordu. Ben de ne buluyosunuz bunda, tipsiz falan diyodum. Bu sene ummadığım şey başıma geliyor. Bu çocuğa garip bir yakınlık hissediyorum. Böyle ne biliim, teni çekiyo kendisine beni. Yanımdan geçerken sarılasım geliyor, zor tutuyorum kendimi. Neyse (son)bahardandır geçer...
Hayatım ne sıkıcı lan. Her hücremin sıkıldığını hissediyorum. Umarım yakında düzelir...

12 Ekim, 2010

Yeni bir saç, yeni bir aşk?




Uzun zamandır istediğim ama sadece istemekle kaldığım harika bir saç modeli vardı. Sonunda upuzun saçlarımdan vazgeçip, kestirdim. Asimetrik ve kısa bir kesim. Keşke görebilseydiniz, ben bayıldım. Ama bizimkiler çok beğenmeyecek gibi. "Kestirme, iğrenç olursun, kimse yüzüne bakmaz" gibi şeyler diyorlardı. Ama sıkıldım artık kısa saçtan kusura bakmayın canlarım. Kuaför tam 1 saat uğraştı saçımla. Helal olsun ama harika bir kesim oldu. Benim saçım da çoktur hani, örünce 4–5 parmak kalınlığında bir örgü çıkar ortaya. Adam ara makas mıdır, artık o her neyse, tuttu saçı birden dibinden kesti, ayy diye bağırdığımı bilirim. Ben nerden bileyim adamın ara makas attığını, gitti saçlarım sandım. Adam bana laf anlatana kadar öldüm öldüm dirildim resmen...

Bugün sülale günlerimizden biri vardı. Evet, bizim sülale günümüz var. Bizim aile, teyzemlerin aile, annemin dayısının çocuklarının aileleri ve aileleri, annemin teyzesi, dayımlar... Ben daha çoğunun adını bile bilmiyorum ( ama çaktırmıyorum ) ve sanki her günde daha da artıyorlar. ( Acaba bu mümkün mü? )) Bugün de yeni saçımı bir görsünler diye gittim, herkes bayıldı saçıma, yaşını belli etmişsin, çok küçük görünüyordun o saçla dediler. Teşekkürler ve yalancıktan utanmalar, istemem yan cebime koy durumları... Sonunda onlar da alıştı saçıma. Ama bana daha bir büyük gibi davrandılar, hoşuma gitti.(Ama tabii ki çaktırmadım)

Bir de çocuklar vardı. Maviş gözlü, tombul, sarışın ve çok yakışıklı, (kendisi herhalde yengemin yeğeni oluyor, emin değilim ) 3 yaşında ama büyümüş de küçülmüş maşallah. İnternette benim saçıma çok benzeyen bir kızın resimlerine bakıp bakıp benimki mi daha güzel, onunki mi diye inceliyordum (evet, böyle de kıskancımdır işte ) geldi bu boncuk gözlü, bakıyor ekrana "Aa, bayk bu senin saçın, ama o kötü , seyninkiy daha güzeyy" demez mi. Ağzım açık kaldı. Ne şeker konuştu o öyle, o çipil çipil gözlerle baktı bana. "Cidden mi, o mu güzel ben mi?" dedim, hemen fırsattan istifade ederekten. "Onunki kötü, sen iyi" bunu dediği an bitti benim için olay, bu çocuk büyüsün, evlenicem onunla. Hiç yaş falan umurumda değil. Belli zaten yakışıklı olur bu. Hem birini aramam da gerekmez. Zaten kimse çıkmıyor karşıma...

Aaa, bak yine geldi aklıma yalnız olduğum. Nedir benim bu çektiğim yağğğ... Okulda herkesin kolunda bir çocuk, kenarda köşede yiyişmeler... Olan var, olmayan var abi, yazık değil mi onlara??

10 Ekim, 2010

O kelime neydi ??



Zengin kızlara karşı bir garezim var. Kendilerini dünyanın merkezi sanarak hareket etmeleri, kasıntı yürüyüşleri, ağızlarını yaya yaya konuşmaları, davranışlarıyla sizi küçümsemeleri... Hangimizi sinir etmez ki böyleleri? 

Bizim okulumuzda da böyle 1-2 kız var. Geçen sene az dedikodularını yapmamıştık. Ama siz görseydiniz o davranışlarını, siz de benim gibi ifrit olurdunuz eminim. Ama sorsanız, bir kere bile konuşmadım kendisiyle. Konuşmak da istememiştim açıkçası.

Bu sene aynı sınıfa düşmüşüz. Duyunca bu sene çok garip geçecek dedim içimden. Kız ilk günler erkeklerle takıldı baya. Sınıf da çok sıcaktı. Kağıtlardan yelpaze yapardık serinlemek için( baya da eğleniyorduk hani ) Kız yaklaştı yelpazesini uzattı, şaşırdım. Teşekkür ettim ve geri çevirdim. Acaba yalnız kaldı da onun için mi erkeklerin arasında kaldı diye düşündüm. Bizimkilere söyledim. İyi konuşalım o zaman dediler. Ama nasıl konuşacağız, bilmiyoruz. Sonunda karar verdik, onun bize ihtiyacı var çok istiyorsa kendi gelsin konuşsun bizimle değil mi ama? Ertesi gün biraz erken gelmiştim. Benden biraz sonra da kız geldi. Önümüzdeki sıraya oturdu. Bize yaklaşmaya başlıyor yavaş yavaş, diye düşündüm. Boş derste kızlarla geyik muhabbeti yapıyorduk. Kız arkasına döndü. Angelina'ya kaleminle oynayabilir miyim, dedi. O da izin verince, biz konuşurken konuşmalarımızı dinlemeye başladı. Aynı zamanda da kalemle oynuyordu. Sonra sohbete karıştı yavaş yavaş. Tabii uzun sessizlikler oldu. Sonunda ders bitti. Çıktık bizimkilerle bir analiz yaptık. O kadar da fena değildi. En azından ağzını yaya yaya konuşmuyordu. Türkçesi düzgündü yani.

Ertesi gün sınıfa geç geldim, baktım bir tek kızın yanı boş. Oturdum yanına ne yapayım. Konuştuk falan ara sıra. Parfümü çok hoş kokuyordu bu arada. Sonra bahçede banklarda oturduk biraz. Konuştuk uzun uzun. Bu sefer sessizlikler daha azdı. Ancak kız 30lu yaşlarda gibi konuşuyordu. Görmüş geçirmiş sanki. Çok ciddiydi. Hep ciddi konulardan bahsettik. Alışkın değilim bu kadar ciddi sohbete. İçim bayıldı 20 dk. sonra. Kızlarla yalnız kalınca Kate hayatımın en ciddi 40 dk.'sıydı dedi. Katıldık hepimiz. Sonra üstüne espriler, gülüşmeler...

Yani anlayacağınız kolejli kız takıntımı attım kafamdan. Artık insanları dışarıdan görünüşüne göre değerlendirmeyeceğim. ( Yersen... )

Konuyla alakası çok yok. Bunu dedikodu başlıklı bir yazımda yazmak isterdim ama maalesef ki ben o yazıyı yayınlayana kadar unuturum. Onun için P.S olarak ekliyorum.

O günün sonuna doğru, Meggie geldi bizim sınıfa. Angelina'nın kulağına bir şeyler söyledi. Hem de benden -evet benden - saklayarak. Yanımda kolejli oturduğundandır, duymasını istemiyordur belki bir gossip veriyordur. Diye düşündüm ve daha sonra söyler diye de çok önemsemedim açıkçası. Sonrasında aklıma geldi de sordum Angelina'ya ne dedi diye. Meggie, aynen şu kelimeleri kullanmış " Jelibon Delisi, kolejliyle kanka olmuş" duyar duymaz kan beynime sıçradı. Bir insan bu kadar dedikoducu olur mu ya... Hadi başkalarınınkini yapıyorsun, ama yakın arkadaşının arkasından dedikodusu yapılır mı? Ben her zaman için bir sınırının olduğunu zannediyordum. Meğersem yokmuş sınır mınır. İyi, kendisi istedi bunu, dişe diş! Bakalım selamını alıyor muyum bundan sonra... İnsanlar ne dedikoducu azizim.

02 Ekim, 2010

Kimsem yok, yalnızım, çok yalnız...

Sokakta yürüyorum…
İnsanlara bakıyorum, ne çok insan var sokakta. Kulağında kulaklığı, etrafına bakmadan ilerleyen, acil bir toplantı için evrakları düzeltirken koşmaya çalışan, telefonuya konuşan, ağzında sakızı arkadaşlarıyla geyik yapan… Hepsiyle neredeyse hergün karşılaşmıyor muyuz? Hepsinin kendi dünyası var. Arkadaşları, sevgilileri…

Bunların hepsi olağan şeyler. İnsanlar sokakta sürekli gezer, yürür.

Ama bazen onları kıskanıyorum. Özellikle de sevgilileriyle romantizm yaşayan, en yakın arkadaşlarıyla birbirine sarılarak ağlayanları... Sokakta yürürken onları gördüğüm an, her defasında yine yıkılıyorum.

Ben niye böyle şeyler yapmıyorum? Neden kimseyle en özel sırlarımı, kalbimin derinliklerini paylaşmıyorum? Arkadaşım mı yok acaba? Var aslında. Ama onlar geyik arkadaşları, eğlenmelik arkadaşlar. Bir düşününce, Bir buçuk yıldır en yakın arkadaşlarımla ciddi hiçbir konu konuşmamışız. Sadece gülüp eğlenmişiz. Hep eksik bir şeyler var. Açamıyorum onlara derinliklerimi, en özel şeylerimi. Küçük bir sırrı bile söyleyemiyorum. Güvenemiyorum onlara. Sanki birine bir şeyimi söyleyince herkese söylemiş gibi oluyor, rahat edemiyorum. Bu yüzden atıyorum her şeyi içime, her şeyi…

Sonra bir gece yıldızlara bakarken buluyorum kendimi. Uçsuz bucaksız gökyüzüne bakarken... Birden gözlerimden yaşlar akıyor. Bitmek bilmeyen bir yağmur gibi. Ağlıyorum, sebebini bilmeden. İçimdeki her duyguyu dışarıya salıyorum, önce ağlıyorum, sonra sinirleniyorum… Neye olduğunu bilmeden, sadece ağlıyorum. Yalnızlığıma ağlıyorum. Sessizce… Tekrar gözyaşlarımı siliyorum yavaşça. Yatağıma uzanıyorum. İçimde bir ağırlıkla uyumaya çalışıyorum.

Oysa o kadar çok isterdim ki, en derin duygularımı açabilmeyi birine. Tamamiyle güvenebilmeyi ona. Ama olmuyor işte, yapamıyorum.

Kalbimde o kadar çok kişi var ki... Hangisini seviyorum, bilemiyorum. Anlayamıyorum. Keşke bunun bir testi olsa, emin olsam onu gerçekten istediğime, sevdiğime. Hiç durmayacağım, peşinden gideceğim yüreğimin. Ama yok işte. Ne zaman başımı yastığa koysam, düşünemiyorum hiç kimseyi, gördüğüm tek şey karanlık, boşluk... Sanki mühürlemişim kalbimi dışarıya, giremiyor kimse. Ne kadar açmak istesemde...

Şu yazdıklarımdan yola çıkarak benim okulda ve evde depresif takıldığımı düşünebilirsiniz. Tam tersi. Yaşadıklarımı, hislerimi, kırılganlıklarımı ve üzüntülerim hiç kimseye fark ettirmeye niyetim yok. Toplum içinde sürekli kahkahalar atan biri olarak anılırım. Hiç susmam. Çünkü arkadaşlarımın yanında eğlenirim, eğleniriz.

Ee, ne güzel işte, mutluymuşsun derseniz. Hayır değilim. Herkes eğleneceği birini ister yanında, şamata ister, ama ben değil. Ben başımı omzuna koyup, ağlayabileceğim birini istiyorum. Ciddi şeyleri konuşabileceğim birini. Sıkıldım artık her şeyi içime atmaktan. Çok büyük bir sıkıntı var içimde. Anlatamayacağım bir sıkıntı, bir ağırlık... Ama kimse bilmiyor bunu. Her gece gizli gizli ağladığımı, bilmiyor hiç kimse, birilerine söylemeye niyetim de yok zaten.

26 Eylül, 2010

Geciken "Okulun Başlaması" Yazısı

Biraz geç bir okulların açılma yazısı olacak bu. Ama ancak hislerimi kağıda dökebildim. İdare edin :D

Okullar da açıldı azizim. Ne olduğunu bile anlayamadan bitti tatil. Sıkıcı ama bir o kadar da keyifliydi hiçbir şey yapmamak. Zamanı boş geçirmek, bütün gün miskinlik etmek... 3 aylık tatilimin çoğu böyle geçti. Pişman mısın derseniz, "Hayır". Yine olsa yine yaparım hâkim bey.

Eh, bütün tatil tembellik edince okuldan hocanın verdiği ödevleri de yapmadım. Amaan, zaten kontrol de etmez, diye düşünmüştüm. Bu sene de aynı hocaya denk gelme olasılığım düşüktü zaten. Onun için çok bir tarafımda da değildi açıkçası. İlk derslerimize girerken, hepimiz bekledik. Acaba diye... Vee hocamız değişmemiş.
Ben dahil kimse ödevi ti'ye almamıştı. Ama hala umudumuz vardı. Aradan geçen 3 aydan sonra belki unutmuştur diye düşündük. Derste hiç bahsetmedi ödevden. Ders bitti. Tam sevinç çığlıkları atacaktık ki, ödevlerinizi perşembe istiyorum, dedi. Hepimiz apıştık kaldık. 2 kalın kitap, binlerce sayfa, on binlerce soru... Ve sadece 3 gün. Asla yetiştiremezdim. Kendimi yormaya da hiç gerek yoktu. Ben de vazgeçtim düşünmekten. Bu da olmayıversin dedim.

Okullar açıldığında beni sevindiren tek şey ise, sınıflar karma yapılsa bile, bizimkilerle aynı sınıfa düşmem. Çok sevindim. Ama aynı zamanda hiç haz etmediğimiz birkaç insan daha var. Bakalım, gerip bir sene olacak gibi...

Okul hiç değişmemiş. Nerede bıraktıysam herkes ve her şey orda.

Ek olarak yabancı bir çocuk geldi okula. Öğrenci değişimle gelmiştir büyük ihtimale. Çok şeker çocuk, anlatamam. Faceden ekledim tabii hemen. Ama maalesef ki sadece arkadaş olabilirim çünkü ilk gördün kuralına göre onu ilk gören Angelina'ydı. Yani şu dünyada tek hoşlandığım erkek türünden, yabancılardan, yana şansım yine dönmedi...

24 Eylül, 2010

Erkekler centilmenleşti mi ne?



Ben her zaman için erkekler öküz geldi, öküz gidecek düşüncesine inanmışımdır. Hani doğada yaşayan bir aslanı ne kadar evcilleştirirsen evcilleştir, eninde sonunda yırtıcılığını gösterir ya, o mantık. Bir erkek ilk tanıştığında ne kadar kibarsa, zamanla doğru orantılı olarak kabalaşır, tabiri caizse öküzleşir.

Böyle erkekleri çok tanıyormuş gibi davrandığıma bakmayın. Belki inanmayacaksınız ama sadece 1 sevgilim oldu. Hayır, tipsiz değilim. Sadece eğer birini gerçekten çok sevmiyorsan onunla sevgili olmamak gerektiğine inanıyorum. Birini sevmeden sevişmenin, öpüşmenin hiçbir mantığı yok bana göre.

Bizim ilişkimiz baya öncelere dayandığı için ayrıntıları hatırlamıyorum. Çünkü o zaman çocuktum :D. Ancak sevgili olduktan sonra, ilk haftalar çok güzeldi. Sonuçta ben onu, o da beni seviyordu. Sonra zamanla içinde sakladığı öküzü dışarı çıkarmaya başladı. Kabalaştı, umursamadı, dinlemedi beni. Halbuki daha çok yeniydi ilişkimiz 2 ay olmuştu. Bilemiyorum, herhalde ilişkimizi çoktan tüketmiştik. Kavgalar başladı. Artık evrimini tamamlamıştı. Öküzdü o artık. Çok seviyordum onu. Ama olmuyordu işte, olamıyordu. Gülmüştüm bunları düşününce kendime. Ne çok dalga geçerdim böyle "Çok seviyorum ama yürümüyor ilişkimiz" diyenlere. Şimdi ben o durumdaydım. Klişelerden uzak, çok içten bir ayrılma konuşması oluşturdum. Evde pratiklerini yaparken bile gözlerim doluyordu. Dayanamadım daha fazla pratik yapmaya. Düşüncükte çocukluğumuz geliyordu aklıma, gençliğimiz. Ne çok sevmiştik birbirimizi. İçten içe gizlice. Gözlerimizi kaçıra kaçıra . İkimiz de biliyorduk birbirimizi sevdiğimizi, ama bir türlü söyleyemiyorduk. Sonunda söyledi de ne oldu... Keşke gizli gizli devam etseydi ilişkimiz. Belki bu duruma düşmezdik. Sonunda okulda buluştuk. Sakin sakin anlattım ona ne hissettiğimi. Ama konuşmanın dışına çıkmıştım. Konuşmam umrumda bile değildi, sadece hislerimi söylüyordum. Beni ne çok kırdığını, artık dayanamayacağımı. Sevdiğim adamın gözlerimin önünde eriyip gitmesine dayanamadığımı, her şeyi anlattım. Ben anlattıkça o sustu. Sanki yeni yeni farkına varıyordu neler olduğunu. Eğdi başını, dinledi usul usul. Sonra sustum. Başını kaldırdı, gözleriyle anlatıyordu her şeyi. "gitme" diyordu gözleri, "gitme, seviyorum seni". Gözleri doldu, dayanamadım gözlerimden nehir akıyordu sanki. Ağlıyordum artık, yılların anısına ağlıyordum. O da zor tutuyordu kendini, Sarıldık, gözyaşlarını hissettim omzumda, sanki hiç ayrılmak istemiyorduk, son kez içime çektim kokusunu, sıkı sıkı sarıldım ona. Fısıldadım kulağına "hoşçakal". Gittim oradan. Arkama bakamadım bile, çünkü biliyordum onu o halde görürsem bırakamayacağımı.

İşte böyle bitti ilk ve tek ilişkim. Bu kadar sevdiğim kişi bile öküz çıktı. Ondan sonra kimle karşılaştıysam kibarlıktan nasibini almamışlardı. Sandalyeni çekmez, kapını açmaz, önden yürür, yere bir şeyin düşse kılını kıpırdatmaz.

Ama bugün okuldan bir çocukla az daha çarpışıyorduk, geri çekildi yol verdi. Gülümsedim, o da güldü.

Birde sınıfta kalemim düşü yere, ayağımın dibine, uzansam tutacağım o  kadar yakın. Tam uzanırken yanımdaki çocuk hemen kaptı ve bana verdi. Teşekkür ettim tabii.

Bu kalem verme işi dershanede de geldi başıma.

Yani gözlemlerime göre erkekler centilmenleştiler. Aferin, böyle devam...

18 Eylül, 2010

Canım Annem...

Bazen düşünüyorum, sanki annemle aramda bir duvar var. Aşılamayan, yıkılamayan bir duvar. Ne kadar uğraşsam da, çabalasam da eninde sonunda bu duvara takılıyorum. İlerleyemiyorum. Sanki bu duvarı o da yıkmak istiyor ama o da başaramıyor. O da takılıyor bu duvara. Ve hep sessizliğe itiyor bizi.

Ne zaman konuşmaya başlasak, birbirimizle bir şeyleri paylaşsak, birden o duvar çıkıyor karşımıza. Ne o anlayabiliyor beni, ne de ben onu. Sanki ikimiz farklı dilleri konuşuyoruz, çok farklı iki dili. Ama yine de devam ediyoruz konuşmaya. Sanıyoruz ki konuştukça anlayabiliriz birbirimizi, konudan konuya, saatlerce... Sonra birden sinirleniyorum ona. Neden o da benim dilimi konuşmuyor? Neden anlamadığım bu dilde ısrarcı? Bağırıyorum, kavga ediyorum onunla "neden?" diye. O sanıyor ki biliyor benim dilimi. Belki de anlayabiliyor ne dediğimi. Sadece önemsemiyor ne dediğimi, çünkü o da geçmiş bu yollardan, ne diyeceğimi biliyor. Yada öyle sanıyor kendince. Ona göre her genç büyürken bunları söyler annelerine, bunlardan bahseder onlara. Bana olan cevabı da aynen bu oluyor. İşte o an kan beynime sıçrıyor. İçimden öyle kızıyorum ki ona. Eğer öyleyse de insan karşısındakini üzmemek için bir dinler, cevap verir. Söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü biliyorum eğer ağzımı açarsam kavga büyüyecek, kalbini çok kıracağım. İçime atıyorum her sözü, her kelimeyi. Konuşmaya son verip ayrılıyorum oradan. Odama gidiyorum. Açıyorum günlüğümü yazacak söz bulamıyorum. Nerden başlasam ne yazsam? Günlüğe de yazamıyorum yine içime atıyorum.

Sonra başka bir gün yine bir heves anneme gidiyorum, çünkü gidecek kimsem yok, ona anlatıyorum hevesle olanları. Ama o işte çok yorulmuş. Dediklerimi anladığını bile sanmıyorum. Ama yine de anlatıyorum belki beni anlar diye. Bitiyor konuşmam cevap bekliyorum. Alıyorum cevabımı da tabii, ama tatmin etmiyor beni bu cevap. Biliyorum yorgun, çok yorgun biliyorum, ama ben de onu özlüyorum.

Şimdi "kızım senin arkadaşın yok mu? Git onlara anlat." diyebilirsiniz. Dersiniz de eminim.

Annem bana küçüklükten beri "bu hayatta kimseye güvenme" derdi. Ve ben küçükken, çok küçükken bile ihanete uğramış, küçüklüğünde bazı şeyleri görmüş geçirmiş biriyim. Onun için birine güvenmek benim için zor, hem de çok zor. Arkadaşlarım yok mu, var tabi ki de var, ama daha onlara en derin sırlarımı anlatabilecek kadar güvenmiyorum. Bu konuda güvenebileceğim tek kişi annem.

Şimdi bu kadar laf ettim anneme. Nefret mi ediyorum ondan, onun için mi yazdım? Tabii ki hayır.

Annemi kimse benden daha çok sevemez. Eminin o da beni çok seviyor.

Şimdi bu kadar kızıyorum anneme, ama eminim ki yarın da bir şey anlatmaya çalışacağım. Ve belki de bu sefer sorunsuzca bitirebileceğiz. İnancım sonsuz. Bir gün annemle kavga etmeden konuşacağız.